Vücudumuzun yüzeyinde milyarlarca bakteri, mantar ve virüs yaşamaktadır. Bu mikroorganizmaların sağlığımız üzerindeki yaşamsal etkilerini ise yeni yeni anlamaya başlıyoruz.
Derimiz, çeşitli organizmalarla doludur. Tenimizin herhangi bir santimetrekaresine yakından baktığınızda, burada 10 bin ila bir milyon bakteri bulunduğunu görebilirsiniz. Yani, vücudumuzu saran tenimiz, mikroorganizmalarla dolu dinamik bir ekosistemdir. Bu durum kulağa biraz rahatsız edici gelse de, aslında oldukça önemli bir dengeyi ifade ediyor. Tenimizdeki mikrobiyota (floranın) sağlıklı kalmamızda kritik bir rol oynadığı ve birçok fayda sağladığı giderek daha fazla kanıtlanmaktadır.
Bağırsak mikrobiyomunun, yani bağırsaklarımızı mesken tutan mikrop ekosisteminin önemi biliniyor. Bakteri, mantar, virüs ve diğer tek hücreli organizmalar, diyabet, astım ve hatta depresyon gibi birçok hastalıkta önemli bir rol oynamaktadır. Ancak şimdi, derimizdeki bu mikro otostopçuların da en az bağırsaklarımız kadar faydalı olabileceği anlaşılmaktadır. Bu organizmalar, vücudumuzun yüzeyine yerleşme şansı bulan patojenlere karşı ilk savunma hattını oluşturmaktadır. Aynı zamanda, günlük yaşamda karşılaştığımız kimyasalların bir kısmını parçalarken, bağışıklık sistemimizin gelişiminde de kritik bir görev üstlenmektedirler.
Aslında, ağzımız ve bağırsaklarımızdaki güvenli, sıcak ve nemli ortama kıyasla, derimiz mikroorganizmalar için oldukça zorlu bir ortamdır. İngiltere’deki Hull Üniversitesi’nde yara iyileşmesi konusunda ders veren Holly Wilkinson, “Deri, vücudun diğer bölgelerine göre oldukça sert bir çevre. Kuru, çorak ve dış etkilere son derece açık. Burada yaşayan bakteriler, bu zorluklarla başa çıkabilmek için milyonlarca yıllık bir evrim süreci geçirdi” demektedir.
Ekosistemimizdeki Denge
Tenimizin her bölgesine yerleşen mikroorganizmalar, eşit dağılım göstermemektedir. Bakteriler yaşadıkları alan konusunda oldukça seçici olabiliyorlar. Örneğin, bir pamuklu çubuğu alnınıza, burnunuza veya sırtınıza sürdüğünüzde, bu bölgelerde kutibakteriyumların yoğunlukta olduğunu görebilirsiniz. Bu grup bakteriler, cildimizin nemlenmesi ve en dış katmanının korunması için gerekli olan yağlı salgılarla beslenmek üzere evrimleşmiştir. Sıcak ve nemli koltuk altlarımızdan örnek aldığımızda ise büyük ihtimalle çok sayıda stafilokok ve korinebakteriyum bulacağız. Ayak parmaklarımızın arasında da bolca propiyonibakteriyum türü yer alır. Bazı türler, diğer birçok bakteriyle birlikte peynir yapımında da kullanılmaktadır.
Binlerce yıl süren bir süreçte, bu mikroplar insanlarla simbiyotik bir ilişki geliştirmiştir. Derimizde yaşayan bakteriler, mantarlar ve akarlar, vücudumuzun sürekli ürettiği zengin besinlerden faydalanmaktadır. Ancak bizler de bu mikroorganizmalara bağımlıyız. Çünkü bunlar, rekabete girerek daha zararlı, hastalığa yol açan bakterileri püskürtmemize yardımcı olan yararlı türlerdir. Wilkinson, “Bu bakterilerin varlığı sayesinde, patojenlerin yerleşmesi oldukça zorlaşıyor. Gelen her bakterinin sistemi ele geçirmesi gerekiyor ve bunun için de bu ortamda zaten evrimleşmiş bakterilerle rekabet etmesi gerekiyor” şeklinde ifade ediyor.
Savaşçı Bakteriler
Derimizdeki bakteriler, potansiyel işgalcilerin büyümesini engelleyen ya da doğrudan öldüren kimyasallar salgılayarak mücadele edebilmektedir. Örneğin, stafilokok epidermidis ve stafilokok hominis gibi türler, insanlara ve hayvanlara bağımlıdır. Bu bakteriler, MRSA enfeksiyonlarıyla bağlantılı olup, deri enfeksiyonlarının sık görülen bir sebebi olan zararlı stafilokok aureus’u engelleyen antimikrobiyal moleküller üretmektedirler. Ayrıca bazı uzmanlar, derideki mikroorganizmaların, çocukluk dönemimizde bağışıklık sistemimizi “eğittiğine”, hangi hedeflere saldırılacağını ve hangilerinin göz ardı edileceğini öğrettiğine inanmaktadır. Örneğin, derideki belirli bakterilerin çeşitliliği ile daha düşük alerji riski arasında bir bağlantı olduğu düşünülmektedir.
Peki, derimizdeki mikroorganizmaların hassas dengesi bozulursa ne olur? “Deri disbiyozu” adı verilen bu durum, atopik dermatit (bir tür egzama), gül hastalığı, sivilce ve sedef hastalığı gibi rahatsızlıklarla ilişkilendirilmektedir. Kafa derisindeki kepeklenme bile belirli bir tür mantarla ilişkilidir. Malassezia furfur ve Malassezia globosa mantarları, oleik asit adlı bir kimyasal üretmektedir. Bu kimyasal, kafa derimizdeki stratum corneum hücrelerini bozar ve kaşıntılı bir enflamasyonu tetikler. Ancak bu hastalıklarda, mikroorganizmaların kendisinin mi yoksa hastalık sonucu mikroorganizmaların değişmesinin mi neden olduğunu belirlemek oldukça zorlayıcıdır.
Yaşlanmanın Etkisi
Derideki kötü bakterilere bağlı olabilecek bir başka durum ise yaşlanmadır. Yaşlandıkça, derimize yerleşen bakteri türleri değişir. İlerlemiş yaş, koruyucu ve cildi nemli tutan “iyi” bakterilerin sayısını azaltırken, zararlı patojenik bakterilerin seviyesini yükseltmektedir. Bu durum, deri iyileşimini de olumsuz etkilemektedir. Wilkinson, “Yaşlı bireylerde yağ üretimine yardımcı olan bakteri türlerinin azalması, deriyi daha kuru hale getiriyor. Bu da deri bütünlüğünü azaltarak, enfeksiyon riskini artırıyor” demektedir. “Kötü” bakteriler, yaraların iyileşmesini de olumsuz etkileyebilmektedir.
Pennsylvania Üniversitesi’nden Dermatoloji ve Mikrobiyoloji Profesörü Elizabeth Grice’ın yaptığı araştırma, deri mikroorganizmaları olmayan farelerin derilerindeki yaraların iyileşmesinin çok daha uzun sürdüğünü göstermiştir. Kronik ve iyileşmeyen yaralar, her dört diyabet hastasından birini ve 65 yaş üzerindeki her 20 kişiden birini etkileyen, yaşamı tehdit eden bir durumdur. Bazı araştırmalar, deri mikroplarının yaraların iyileşmesinde fayda sağlayabileceğini ortaya koymuştur. Hatta, derideki mikroorganizmaların, bizi ultraviyole ışınlarının zararlı etkilerinden koruduğuna dair bazı kanıtlar da bulunmaktadır. UV radyasyonu, deriyi etkisi altına aldığında DNA’ya hasar verebiliyor. Ancak deri hücrelerinin kendisinde bir koruma mekanizması bulunmaktadır. Manchester Üniversitesi’nden dermatoloji profesörü Catherine O’Neill, “Deri hücreleri, bölünme işlemini durdurur ve hasar gören DNA’yı onarmak için bir dizi kontrole girer. Eğer tamir edilmezse, deri hücreleri kendilerini öldürmektedir” açıklamasında bulunmaktadır.
Ancak O’Neill, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir araştırmada, mikroorganizmalar deriden çıkarıldığında, deri hücrelerinin DNA hasarı olsa bile bölünmeye devam ettiğini bulmuştur. “Bu durum, tümörlere karşı ciddi bir koruma mekanizmasıdır. Mikroorganizmaların bunun büyük bir parçası olduğu da açıktır.” Peki, derimizdeki kötü bakterileri iyi bakterilerle değiştirerek sağlığımızı iyileştirebilir miyiz? Bu mümkündür. Ancak bunu yaparken, derinizdeki mevcut mikroorganizma topluluğunu yok etmeniz gerekir ki bu da antibiyotiklere direnç gibi başka sorunlar yaratabilir.
Derimizdeki mikroplar, yaşadığımız çevreden büyük ölçüde etkilenmektedir. Dolayısıyla, etrafımızdaki dünyanın, derimizdeki bakteri, mantar ve virüs çeşitliliğine nasıl katkı sağladığını değerlendirmeliyiz. Hatta kullandığımız kozmetik ürünleri bile derimizin mikroorganizma dünyasını değiştirebilir. Bazı şirketler, deriye “probiyotikler” ya da doğrudan bakteriyel proteinler ve yağlar uygulayarak iyi bakterileri besleyebileceğimize inanmaktadır. Ancak bunun ne kadar etkili olduğuna dair çok az kanıt bulunmaktadır ve bunun farklı deri bakterileri dengesini değiştirebileceğine dair işaretler de mevcuttur.
http://dlvr.it/TBxFvk